XIX. YY DA ENCUMENI ŞUARA:
“Encümen-i şuara” bir cins isimdir. Asırlar boyu, “Padişah sarayında veya vilayetlerde-ki şehzadelerin saraylarında, etraflarında birer muhit edinmiş devlet büyüklerinin konaklarında tertib edilen ve şairlerin de hazır bulunduğu içki ve şiir meclislerinin” ismi-ne genel olarak “encümen-i şuara” denmiştir.Ekâbirin konak, köşk ve sahilhaneleri haricinde, şairlerin kendi evlerinde, müdavimi oldukları meyhanelerde ve dükkânlarda, mevsim müsaade ederse, bağ ve bahçelerde toplanıp encümen-i şuara kurdukları da olurAsrın ediplerinin buluşup konuştukları, yeni eserlerini okuyup fikir alışverişinde bulundukları yerler maziden kopmamıştır.
Hâlâ nüfuzlu kişilerin veya kalemi güçlü edebiyatçıların meclisleri, kahvehaneler, meyhaneler edebî münakaşaların en hararetli zemini ve eleştiriler yapmanın en uygun atmosferidirO hâlde, değişen nitelikler nelerdir? Değişen, şairin hamisiyle kurduğu gelenekli münasebettirYeni hami, şairi nedimi katına taşımakta iken, yeni şair de ya hamisini “efendi” yerine “dost” olarak görmeyi, nüfuzlu bir dost edinmekten “arpalık” sahibi olmak manasını çıkarmamayı, hatta daha da ileri giderek, “hamilik” kavramını şiirin dünyasından tamamen kovmayı öğrenmektedirDeğişen, encümen-i şuaraların ruhudurArtık, ev sahibi ve onun misafirleriyle ilişkisini dostane sohbetlerden çok, politik yakınlaşmalar üzerine kuran; encümene katılan diğer şairlerle münasebetlerini ise yarışmadan çok, poetik yakınlıklara dayandıran bir sanatkâr tipi doğmaktadır.Asrın ortalarında, Sultan Abdülmecit’in saltanatının sonlarına gelindiğinde, sarayın himayesindeki şairlerin ve encümen-i şuaraların devri çoktan tamamlanmıştır.Yeni rical, himayesine aldığı şairi caize ve atıyelerle beslemek yerine kalem ve odalara yerleştirmekte; böylece, devlet çarkının dönüşünden haberdar, siyasi tercihleri netleşmiş, kitabeti sebebiyle nesirle de kendini ifade edebilen aydın şairler belirmektedirAsrın ortalarına gelindiğinde hanelerdeki encümen-i şuaraların, özellikle “Mısırlular”ın ve kıymet hükümleri Mısır’da şekillenmiş olanların konaklarına kaydığı gözlenir.Ali Paşa hanedanından gelen prens ve prensesler, gelirlerinin bir kısmını İstanbul’daki malikânelerini kocaman birer kültür ve edebiyat mektebine çevirmekte harcederlerKahire kültürüyle yetişmiş ve hızla yükselmiş Türklerden Abdurrahman Sami Paşa, Suphi Paşa, Yusuf Kâmil Paşa, Münif Paşa gibi epeyce isim de hidiv paşanın sarayında yetişirken içinde bulundukları kültür muhitinin bir benzerini İstanbul’da oluşturmaya çalışırlar.Şairiyetin olgunluğuna ve şiirin muhkemliğine de faydası olan encümen-i şuaralar, şairlerin kendi aralarında toplanarak oluşturdukları ve içlerine me-raklı dinleyicileri almadıkları için daha tabii davranıp eksik ve hatalarını daha kolay ka-bullenebildikleri “halvet”lerdir.Gelenekte şairlerin bu cins mahfeller oluşturmayı pek denemeyişleri, üstad saydıkları bir şair varsa onun düzeltmeleri dışında eleştiriye kendilerini tamamen kapayışları ve iyi niyetle yapılan tenkidleri bile şiirdeki kudretlerine yönelik bir tecavüz olarak görüp cevabını hicviyeyle verişleri poetik gelişimin önündeki en önemli engellerden biri olmuşturİşte XIX. asrın ortasında, bu büyük ve derin boşluğun doldurulması yolunda en büyük adımlardan birini atarak; söyleyeni, dinleyeni, eğleneni, eleştireni şairlerden ibaret bir encümen-i şuara teşekkül ettirmeye karar veren küçük bir arkadaş grubunun teşebbüsü bu sebeple önem kazanmaktadır
ENCÜMEN-İ ŞUARA
1861 yılı baharında -muhtemelen Mayıs, Haziran gibi Hersekli Ârif Hikmet Bey’in Laleli Çukurçeşme’deki evinde buluşmaya başlayan şairlerle başlarEncümen-i şuaralar bir dernek oturumu ciddiyetinde toplanmazlarYaşça müdavimlerin bir kısmından daha genç olmasına rağmen, şiirdeki kudretiyle kendini kabul ettirmiş ve encümenin reisi mevkiine oturtulmuş olan, Emtia Gümrüğü Tahrirat Müdürü Leskofçalı Mustafa Galip Bey’dir.
DİĞER MÜDAVİMLER:
Takvim-i Vekayi ve Matbaa-i Amire Nazırı Ruznamçecizade Mehmet Lebib Efendi, Rumeli Kazaskeri Mustafa İzzet Efendi, Nakşibendi şeyhi “Bazü’l-enver” Osman Nurettin Şems Efendi, sabık alay emini Koniçeli Musa Kâzım, İsmail Paşazade İbrahim Hakkı, Manastırlı Hoca Salih Naili Efendi, İstanbul Emtia Güm-rüğü Manifatura Memuru Manastırlı Salih Faik Bey, Mabeyn-i Hümayun Beşinci Kâtibi Abdülhamit Ziya Bey, Rüsumat Emaneti Heyet-i Tahririyesi kâtiplerinden İbrahim Halet Bey, Hariciye Nezareti Mektubî Kalemi’nden Recaizade Mehmet Celal Bey, Mabeyn-i Hümayun Kitabeti’nden Mazlum Paşazade Memduh Faik Bey, Niğdeli Deli Hikmet Bey, Emtia Gümrüğü Tahrirat Kalemi Başkâtib Muavini Namık Kemal Bey, Me-zahib Odası hulefasından Miratçi Mustafa Refik BeyEncümenin toplantıları, meclis celseleri gibi bir ciddiyet taşımadığı için, ara sıra başka şair dostların da Çukurçeşme’ye geldiklerini tahmin etmek zor değil. Müdavimi sayılmamasına rağmen, zaman zaman mahfele dahil olduğu bilinen başka şairleri de bu listeye eklemek mümkün.Sözün gelişi, Hayrettin İrfan Paşa, Bursalı Mustafa Eşref Paşa, Sadaret Mektupçusu Maraşlı Yusuf Kenan Bey, Hariciye Nezareti Mektubî Kalemi’nden Pepe Mustafa İsmet Efendi, Babıali Tercüme Odası’ndan Sadullah Rami PaşaEncümen-i Şuara’ya iki türlü anlam verilebilir. Bu mahfele, kuruluş ve dağılış tarihleri, müdavimlerinin isimleri belli olan bir edebî topluluk olarak yanaşılabilir; bir topluluk değil, şiirdeki tavrını batılılaşma karşısındaki konumuna göre belirleyen “mutavassıtîn”in bir parçası olarak bakılıp Yenişehirli Avnî’den Muallim Naci’ye kadar aynı zihniyeti paylaştığı düşünülen şairlerin tamamını kucakladığı düşünülebilir.Bu takdirde, 1861’den önce ölmüş, sağ ama İstanbul dışında yahut henüz doğmamış olan şairler de encümene mensup sayılabilirler.
ENCÜMEN-İ ŞUARA MENSUPLARINI BİR ARAYA GETİREN SEBEPLER:
Encümen-i Şuara müdavimlerinin birbirlerini tanımalarına sebep olan ilk vesile, hemen hemen hepsinin de soy, doğum yahut memuriyet gibi sebeplerle Rumeli’ye olan bağlarıdır.Şairlerin aynı meslekte, aynı büroda veya aynı amir idaresinde çalışmaları sebebiyle kurulmuş dostlukları encümenden önce başlayıp sonra da yıllarca sürmüştürİtikadi kıymetleri de encümen şairlerini birbirine yaklaştıran önemli etkenlerdendir.Encümen mensuplarının aşağı yukarı hepsi de aynı konakların müdavimidir ve aynı devlet büyüklerinin himayesinde yaşarlar. Gerçi, ne konaklar eski hiyerarşinin azametini taşır ne de rical-i devlet, şaire geleneğin gözüyle bakar; ama değişip çağa ayak uydurarak da olsa, şair-devlet adamı münasebetinin sürdüğü fark edilirEncümen şairleri, mensubu oldukları tarikatlerin dergâh ve tekkelerinde rastlaşmış, tanışmış ve ahbap olmuşlardır. Devrin edipleri, tekkelerdeki mistik havayı teneffüsle kalmaz; dinî, fikrî, edebî, hatta siyasi konularda tartışma ve ‒tekkenin meşrebi müsaitse‒ içki meclislerine katılma imkânını da bulurlarEncümen müdavimlerinin sıkça uğradıkları kahvehane ve meyhaneler aynıdır. Yeni tanıştıkları şairleri de beraberlerinde buralara getirdikleri için, Encümen-i Şuara’nın parça parça önce bu umumi yerlerde toplandıklarını söylemek mümkün.
ENCÜMEN-İ ŞUARA TOPLANTILARI:
Tanpınar, Encümen-i Şuara için “son pleiad” tabirini kullanmakta haklıdır; çünkü Encümen-i Şuara’nın, tıpkı XVI. asrın Parisindeki La Pléiade topluluğunun edebî esaslarını andırır bir temele oturmuş olması onu bu hükme vardırmıştırİbnülemin ise, encümenden bahsederken, “Bu encümen Arab’ın Sûk-ı Ukazına âdeta nazire idi” cümlesini sarf ederek ona Şark geleneği içinde bir yer bulmaya çalışır ki daha sonraları da bu benzetme sık sık tekrarlanacaktırKemal henüz 18 yaşında iken Sofya’dan İstanbul’a geldiğinde, edebiyat âlemi şu merkezdedirYıllar sonra, o günlerini yâd eden Kemal, Galip ile Ârif Hikmet’i “muktedayı irfan” saydığını söyleyecektirÂrif Hikmet’in evinde toplanan encümenin reisi mevkiinde bulunan Galip, gerçi etkileyici şahsiyeti ve edebî kudreti ile şairleri etrafında toplar; fakat düşüncelerini sohbet esnasında rahatça ifade etmesine engel olan bir kusuru vardır; kekeleyerek konuşurEbuzzi-ya Tevfik’in “talakat-i harikulade”sine hayrette kaldığını söylemesine mukabil, Galip’in konuşma güçlüğü çektiğinin pek çok şahidi vardırGalip’in kendisine “sözcü” olarak Hikmet’i seçtiğini söylemek yanlış olmazKemal de çok güzel şiir okurİçkinin, sohbetin, şiir ve nazirelerin devrettiği bu salı toplantıları muntazaman bir sene kadar devam eder.1862 yılının ortalarından itibaren peşi peşine gelmeye başlayan pekçok şahsi sebepten dolayı encümen müdavimleri yavaş yavaş kopup dağılırlarBilmediğimiz bir sebeple önce Manastırlı Nailî encümenden kovulur. O da öfkelenerek Encümen-i Şuara mensuplarını hicveden müstehcen bir kıta söyler. Gerek bu kıtanın içeriği, gerekse bir başka hicviyesinde; Senin ağzından o nâ-pâk o muzahref sözler Ki çıkar ni‘met olur mu a yezîd ibni yezidSalih Nailî’nin Encümen-i Şuara’dan kovulmasını, 1861 Ağustosunda Galip’in Trablusgarb Eyaleti Gümrük Emaneti’ne tayini takip eder ki, reissiz kalan meclisin dağılacağı aşikârdır.30 Ocak 1862’de Ziya Bey, Mabeyn Kitabeti’nden çıkarılarak geçici olarak Zabtiye Müsteşarlığı’na getirilir; on üç gün sonra Atina Sefiri, bu görevden istifası üzerine, Kıbrıs Mutasarrıfı yapılır.İbrahim Hakkı’nın 1854’ten beri ara ara nükseden sinir hastalığı, akıl hastalığına dönüşür. Şubat ayının başlarında Takvimhane-i Âmire Nezareti, Maarif Nezareti’ne bağlanınca nazır Lebib Efendi de açıkta kalırO günleri yaşamış birkaç şair buluşunca maziyi yâd etmek için olsa gerek nazireler, müşterek gazeller söylemeyi sürdürürlerse de eski şevki ve zevki bulamazlarNeticede, Muallim Naci heves ve canlılık getirene kadar geçecek durgun ve sessiz bir süreci yaşamaya başlarlar.Her fikir ürünü gibi, edebiyat da devrinin düşünce yapısından, fikrî eğilimlerinden, felsefi ve siyasi arayışlarından etkilenir. Encümen-i Şuara da buna dahildirKemal’in şiirinde bir-ikisi dışında yeni formlar denenmez. Onun asıl yenilik tecrübesi, köhnemiş norm ve prensiplerin yıkılması yolundadır.XVIII. asrın sonlarında belirginleşen bir süreç, Kemal’le şiire girdiği kabul edilen “vatan”, “millet” gibi sosyal kavramların aniden zuhur etmeyip hatlarını yavaş yavaş nasıl da barizleştirdiğini gösteriyorEncümen-i Şuara müdavimleri, bu uzun süren aşamanın son merhalesi olarak millî duygu ve kavramların ifadesindeki yalınlaşmanın, netleşmenin ilk işareti sayılabilecek eserler verirler.Ziya’nın terci-bendini sosyal ve siyasi edebiyat dilini, mazmunlarını şekillendiren ilk şiirlerden biri, bir alfabe olarak kabul etmek gerekirTek ilginç olan, Galip’in kıtasının Kemal’e “Besalet-i Osmaniyye ve Hamiyyet-i İnsaniyye Kasidesi”ni ‒umuma mal olan adıyla “Hürriyet Kasidesi”ni ilham etmesi değildir. Belki bundan da ilginci, Kemal’in artık Şinasi’nin cazibe alanı-na girdiği düşünülen bir dönemde, hâlâ Galip’in divanını başucunda bulunduruşu ve ancak pek büyük kıymet atfedilen kitaplarla yapıldığı gibi, fal açılmasıdır.Galip sadece poetik değil, politik olarak da Kemal’e üstad olmuşturMemduh Faik de “millet” gazelinde; Medâr-ı âzamı her devletin âlemde millettir Değildir devlete vâbeste ammâ satvet-i millet derken aynı ilham kaynağından feyz alıyor gibidir. “Vatan”, “millet” gibi kavramların şiirde kendine önemli bir yer açması; millî meselelerin, sos-yal problemlerin ve siyasi davaların da şairler tarafından işlenmesi, tartışılması sonucunu doğururEncümendeki şairlerin hemen hepsi Batılılaşmadan ve onun getirdiklerinden hoşnutsuzluk duymaktadır.
ENCÜMEN-İ ŞUARANIN EDEBIYAT GÖRÜŞÜ
Edebî akımlar etrafındaki gruplaşmalarda rastlandığı cinsten‒ kendine has unsurlar olarak görmek mümkün değildir.Mutavassıtın duruşu, konumunu biri İstanbul’da, diğeri Paris’te seçilmiş iki nirengi noktasını birden kullanarakbelirlemenin ilginçliklerini taşır
Köhne Doğu’nun, diğer kutupta “alafranga” Batı’nın şiir malzemesi dururken birini tercih yerine, her ikisininkarışımından yeni bir terkip bulmaya çalışırlarBatı sanatı karşısında mutavassıt Türk sanatkârının “ben olarak kalırken o olmak” ideali, XVIII. asır sonlarındangünümüze kadar bir kültür politikası olagelmiştirEncümen-i Şuara, değişme gayretiyle geçen bir asrın şiir üzerinde uyguladığı bütün deneylerin sonuçlarını görmek,sağlamasını yapmak ve bünyeye en uygun olanlarını uygulamaya sokmak maksadıyla yaşanan ciddi bir laboratuvarsürecidirŞiirin dili, şekli ve içeriği üzerinde denenen yeni uygulamalar bunun iyi birer örneğidir.
ŞİİR DİLİNDEKİ ARAYIŞLAR
Dili konusundaki arayışları, belli bir tercihe varamadan sonlanırbu arada geçmişin şiir dili üzerindeki bütün tasarrufları bir kere daha, silbaştan sınanmış ve XIX. asrın ikinci yarısında,şiirin ulaştığı noktada kullanılabilecek unsurlar ayıklanmaya çalışılmıştır.Gelenekte, şiirin klasik dilinden üç temel sapma, bir başka söyleyişle, dilin üç asli arayışı görülür; “saf/ sırf/ kaba” Türkçe,“sade” Türkçe, “Sebk-i Hindî”...Encümen-i Şuara’da bu sapmaların üçü de hiçbir tercih işareti gösterilmeden denenir; o kadar ki Sebk-i Hindî’yiyeniden ele alan bir şairin bir süre sonra kaba Türkçe ile de şiir söylediği çokturBul-maktan çok, aramanın ve elemenin rağbet gördüğü bir poetika arayışı..Özellikle Galip, şiir dili’nin gündelik dilin üstünde, özel bir dil inşa etmek olduğu; onu öğrenmek ve anlamak için de özelbir gayret harcanması gerektiği fikrindedirGalip’in niyeti, geleneğin şaşaalı günlerine dönmek değil; şiirin asırlarca denenmiş ve olgunlaşmış ilkelerini eldenkaçırmadan, mevcut poetikayı çağdaşlaştırmaktır.Encümen-i Şuara müdavimleri, bir taraftan XVII. asrın dil imkânlarını, tasavvuf lügatinin remizli ve Sebk-i Hindîninorijinal mazmunlu lisanını; diğer taraftan, geçen asırda başlamış yerlileşme gayretlerinin tercihi olan konuşma dilini;bir başka taraftan da XIX. asrın ikinci yarısında Hoca Tahsin Efendi, İbrahim Ethem Pertev Paşa, Behçet Efendi gibiyenilik emaresi taşıyan şairlerden Şinasi’ye ulaşan bir çizgide sosyal hayatın ve asri fikirlerin dilini kullanırlar.Birgün, içinde tek kelime Arapça, Farsça kökenli kelime bulunmayan şiir yazan şairin, ertesi gün Sebk-i Hindînin derinsularında dolaştığını görmek hiç de şaşırtıcı değildir; çünkü, bunu şiir dilinin imkânlarını araştırmak için birlaboratuvar çalışması olarak yapmaktadır.
ŞİİRDE FORM ARAYIŞLARI
Şiir formlarını ve aruzu terk etmeyi asla düşünmezler; fakat onlara alternatifler aramayı da şairinsorumluluklarından bilirlerHece vezni “halk şiiri” diye adlandırılan özel bir alanın vezni değildir; bu millete mensup olan herkesin ata mirasıdır.Ziya Paşa çocukluğunda lalası Efkeli İsmail Ağa’nın yönlendirmesiyle Âşık Ömer’in şiirlerini okurken Namık Kemal Kars’ta, Sofya’da âşıklarla tanışırken veya Recaizade Ekrem’in ağabeyi Mehmet Celal âşık tarzı saz çalmaya heves ederken kendilerini halk kültürünün dışında görmezlerEncümenin niyeti, hece veznini folklorik kullanımıyla yaşatmak değil, onu klasik şiirin formlarına ilave etmektirSözün gelişi, Manastırlı Faik’ın Sadrazam Âli Paşa için kaleme aldığı kaside, hece vezniyle ve dörtlükler hâlinde tasarlanmıştırHece vezniyle yazılmış bir de gazeli olan Faik, hece veznini aydın edebiyatçılara tanıt-maya karar verip Ahmet Cevdet Paşa’nın teşvikiyle Türkçe Aruz adındaki kitabını kaleme alırKemal’in, Ziya Paşa’nın ve Niğdeli Hikmet’in de heceyle yazdığı şiirleri vardır.Diğer taraftan, gelenekli divan tertibinin bozulmaya başladığı ve kasidesiz olan, gazelleri alfabetik değil de tematik ayrıma göre sıralanan divanların arttığı görülürBuna mukabil, gazellerin bir kısmı hacim ve konu olarak kaside özelliği göstermeye başlarKafiyeli (musarra) yazıldıkları olur.Ârif Hikmet, Lebib gibi isimlerin kadın ağzından erkeğe seslenen şiirler yazmayı denedikleri farkedilirGelenek, beyitte başlayıp biten anlamı ve her beyti kendi içinde bir bütün teşkil eden şiirleri de hoş karşılarken, konu bütünlüğü (yek-mânâ) eskisinden daha büyük bir gereklilik hâline gelir.
ESTETİK TERCİHLERDEKİ DEĞİŞMELER
XIX. asır şiirinde devrin fikrî ve sosyal realitelerini işlemeye başlayan şair, bu tavrı ile cemiyetin bir ihtiyacına cevap verdiğini düşünmektedir.Encümen müdavimleri, estetik bakımdan tatminkâr bulmadıkları, ama söylenmesinin gereğine de inandıkları gazelleri yanında; edebî açlıklarını bastıran, hazzalmalarını sağlayan şiirler de yazarlar ve kendilerine model olarak, klasik şairlerin hayallerle süslü iç dünyalarını aksettiren Sebk-i Hindîyi seçerlerXIX. asrın ortalarında, şiir “tebliğ”ci bir anlayışa hızla teslim olurken encümen şairlerin-den birkaçının da bu akışa kapıldıkları ortadadır; lakin, ezici çoğunluk “beliğ” şiirin hasretiyle Sebk-i Hindîye koşmakta, aradığı elitist tavrı orada bulmaktadırGeleneğin şiirinde mevcut olan kelime oyunları, duygu girdapları, incelmiş dikkatler, hatta nükteler bile hiç değilse bin yıllık bir süre içinde yavaş yavaş olgunlaşmıştırHer şey gayet hesaplıdır ve artık kavranması kollektif bir kültür birikimi ile kolayca mümkün olmaktadırOysa Sebk-i Hindî, şairin şahsi zekâ, şahsi hassasiyet ve şahsi yaratıcılık ile eser vermesine; şiir okurunun şahsi algısı, şahsi duyguları ve şahsi şuur dışı ile kavrayıp anlamlandırmasına açık bir şiir estetiği getirir ki, modern şiirin/ şairin yapmaya çalıştığı da birebir budurBilhassa Leskofçalı Galip, geleneğin şiir dilini daha bir inceltmeye ve klasik şiirde zaman zaman rastlanan kaba, çirkin, hatta bazen iğrenç tasavvurlara dönüşen kelimeleri elemeye çalışırken eski şiiri tekrarlamayacağının, ama eski poetikadan da vazgeçmeyeceğinin, olsa olsa onu ıslaha çalışacağının işaretlerini verir.Tanpınar, Galip’den bahsederken “Onun şiirin-de eskilerin zevk düşüklüklerine pek az rastlanır” dedikten sonra, örnek olarak da “ciğer kebab” imgesini gösterirKemal, Harabat’ın meşhur mukad-demesini tenkid ederken, “üstat” bildiği Galip’in şiirde kullanılacak kelimelere dair koy-duğu bu kıstası kabullenmiş görünürKemal’in bu edebî dil kriterini Galip’le birlikte geçen yıllarda edindiğini düşünmek, şüphesiz ki yanlış olmaz.Diğer encümen müdavimlerinde görülen itinalı kelime seçiminde de Galip’in etkisi hissedilirOsmanlı topraklarına telgraf gelmişse, yârinin saçını telgraf tellerine benzeten ve bu yolla sevdiğine aşkını iletmeye çalışan bir encümen şairi çıkacaktırBuharlı gemiler sefere başlamışsa, aşk ateşiyle kavrulan gönlünü vapur ocağına benzeten bir başka encümen şairi olacaktırEski imge daha çok, gönül gözüyle çözüldüğü için onun maddi bir gözle değerlendirilmesi ve optik karşılığının ortaya konması en yıpratıcı eleştiri yolu olurSözgelimi, sevgilinin kaşının yaya, kirpiğinin oka benzetilmesi gibi imgeler bir güzellik unsuru olarak asırlarca kullanılmışken şimdi bunların optik karşılığı olarak alnında yay, gözünde oklar taşıyan bir kız tasavvur edilmesinin nasıl da komik bir karşılığı olduğu konuşulmaya başlanır.Encümenin genç şairlerinden İbrahim Halet, birkaç yıl sonra Dolab adında bir dergi çıkardığında, orada da aynı anlayışı sürdürecek ve sevgili için kullanılan mazmunların optik karşılıklarından oluşan bir karikatür bastıracaktırŞahsiyeti, içinde bulunduğu toplumun şahsiyeti ile belirlenmiş ve sınırlanmış, estetik tercihlerinde cemiyetinin kabullerini aşmayı denemeyen ve bütün maharetini mevcudun yeni kombinasyonlarını oluşturarak gösteren gelenekli şair tipinin yerini, artık kendi mazmunlarını yaratmaya çalışan modern şairin almakta olduğu kolayca fark edilirMazmunların yeni kaynağı, ferdin şuur dışı birikimleridir; şiir yazılırken de okunurken de… Adına “mazmun” denen anonim imge ve sembollerin anlam karşılıkları millî hafızada gizli iken, sahibi belli olan imge ve semboller şahsi dikkatlerden doğarEncümen şairleri işte mazmundan imgeye ve sembole doğru olan bu dönüşümde itici güç olarak önemli pay sahibidirler. Mesela, Mehmet Lebib’in, Ta’rîz eden gazellerine var ise Lebîb Vakt edip de vâkıf-ı mazmûnun olmamış deyişi, yeni mazmunların gelenekli bilgi ile çözülemeyişinin okuru rahatsız ettiğini gösteriyor. Bu rahatsızlık, Servet-i Fünunda zirveye çıkacak bir şiir-okur uyumsuzluğunun, bir hermenötik problemin ilk işaretlerindendir
ENCÜMEN-İ ŞUARANIN ARDINDAN
Encümen-i Şuara, şiirdeki değişmenin önemli bir ara merhalesi olarak ortaya çıkmış ve görevini tamamladıktan sonra da silinip gitmiştirEncümenin dağılması, ona dâhil olan şairlerin de ortadan kalkması demek değildirŞairler, yeni şiirin şartlarına ve imkânlarına göre kendi edebî tercihlerini değiştirmek ve geliştirmek suretiyle varlıklarını sürdürmek zorundadırlarZamana direnen bir şiir yazmak isteyen şair, zamana direnmekten vazgeçmek zorundadır.Kemikleşmiş tercihlerinden vazgeçemeyenler veya vazgeçmekten yana olmayanlar adları anılmayarak, anıldığında da olumsuz eleştiriler vesilesiyle anılarak yavaş yavaş unutulurlar. Encümenin bazı şairlerini de bu yanlış ve bu son beklemektedirEşref Paşa ile pek çok noktada birleşen Kâzım Paşa, birkaç küçük tecrübesi hariç, klasik çizgiden pek de ayrılmamış; bunun için de hep eskinin savunucusu olarak tanınmıştır.Ziya Paşa ise yenileşmekte olan şiire taraftar görünmesine rağmen, Harabat’ı neşrederek eskiyle rabıtanın koparılmasını istemediğini ve encümenden dostlarını unutma-yı reddettiğini göstermiştirBuna mukabil Kemal onun, kendi “dava”larına ihanet ettiğini düşünür ve bu fikri, devrinin genç şairlerini derinden etkiler. Kemal de encümenle doğrudan veya dolaylı olarak kurdukları münasebet sayesinde tanıdığı bu şairlerin Harabat yo-luyla kalıcılaştırılmasından hoşnut değildirKemal’in etkisindeki gençliğin haricinde kalan büyük çoğunluk için encümen şairleri, öneminden hiçbir şey kaybetmemiştir
Naci; Hakkı ile yakın dostluk kurar; Ziya Paşa’yı “muhtar” sayar.Onun bu tavrına ve tercihine sebep, şiirin Batı’ya açıldıkça millîliğinden çok şey kaybedeceği endişesi ve encümen şairlerini ılımlı Batılılaşma adına iyi birer model sayışıdırEncümenin bazı isimleriyle mücadele eden zihniyetin, aynı tavrı Ârif Hikmet, Galip, Memduh veya Halet için göstermeyişleri düşündürücüdürŞehabettin Süleyman’ın Tarih-i Edebiyyat-ı Osmaniyyesi yayımlandığında Ali Canip bir tenkid makalesi kaleme alarak ‒birçok başka ismin yanında Ârif Hikmet ile Kâzım’ın kitaba dâhil edilmeyişini de eksiklik saymıştırAnlaşılan o ki encümeni bugün yaptıkları gibi bir bütün olarak değerlendirmemişler ve hiç değilse, birinci dereceden önemli isimlerini bir araya getiren sebebin yeniliklere açık, arayışlara taraftar bir şiir anlayışı olduğunu fark etmişlerİbrahim Necmi, Millî Mücadelenin ortasında, herkes bi-rer “millîci” olmuşken bastırdığı edebiyat tarihinde, Ârif Hikmet’i “şeklen eski, fikren yeni manzumeleri ile şöhret-i mahsusa kazananlardan” diye anar.
İsmail Habib, cumhuriyet devrinin “eski”ye bakışını da temsil eden Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi’nde Ârif Hikmet için, diye yazarEncümenin asli rüknü, beyin takımı olan şairler genel kanaatin aksine gelenekli poetikayı sürdürecek şairlerin değil de modern ve değişime açık bir poetikayı savunan şairlerin yetişmesine hizmet ederAbdülhak Hamit, ilk eseri olan Macera-yı Aşk’ı yazarken baba dostu Mem-duh Faik Bey” oyunun ilk perdesini okumuş; “Çok beğenmiş olacak ki tuttuğu yolda yü-rümesini öğütlemiş ve ilerde ünlü bir yazar olacağını da müjdelemiş”tirHamit, bu cesaretle yazdığı İçli Kız’ın müsveddelerini de Memduh Faik’e oku-tur. Faik bir “istidad-ı edebî” gördüğü bu gencin oyununu beğenir, destekler, hatta tashih ederÖrnekleri artırmaktansa, Recaizade Ekrem’den Sami Paşazade Sezayi’ye kadar pekçok ismin yetişmesinde encümen şairlerinin doğrudan veya dolaylı payı bulunduğunu söylemek kâfîdir sanırım.
Hazırlayan: Özhan Ustabaşı teşekkür ederiz.
“Encümen-i şuara” bir cins isimdir. Asırlar boyu, “Padişah sarayında veya vilayetlerde-ki şehzadelerin saraylarında, etraflarında birer muhit edinmiş devlet büyüklerinin konaklarında tertib edilen ve şairlerin de hazır bulunduğu içki ve şiir meclislerinin” ismi-ne genel olarak “encümen-i şuara” denmiştir.Ekâbirin konak, köşk ve sahilhaneleri haricinde, şairlerin kendi evlerinde, müdavimi oldukları meyhanelerde ve dükkânlarda, mevsim müsaade ederse, bağ ve bahçelerde toplanıp encümen-i şuara kurdukları da olurAsrın ediplerinin buluşup konuştukları, yeni eserlerini okuyup fikir alışverişinde bulundukları yerler maziden kopmamıştır.
Hâlâ nüfuzlu kişilerin veya kalemi güçlü edebiyatçıların meclisleri, kahvehaneler, meyhaneler edebî münakaşaların en hararetli zemini ve eleştiriler yapmanın en uygun atmosferidirO hâlde, değişen nitelikler nelerdir? Değişen, şairin hamisiyle kurduğu gelenekli münasebettirYeni hami, şairi nedimi katına taşımakta iken, yeni şair de ya hamisini “efendi” yerine “dost” olarak görmeyi, nüfuzlu bir dost edinmekten “arpalık” sahibi olmak manasını çıkarmamayı, hatta daha da ileri giderek, “hamilik” kavramını şiirin dünyasından tamamen kovmayı öğrenmektedirDeğişen, encümen-i şuaraların ruhudurArtık, ev sahibi ve onun misafirleriyle ilişkisini dostane sohbetlerden çok, politik yakınlaşmalar üzerine kuran; encümene katılan diğer şairlerle münasebetlerini ise yarışmadan çok, poetik yakınlıklara dayandıran bir sanatkâr tipi doğmaktadır.Asrın ortalarında, Sultan Abdülmecit’in saltanatının sonlarına gelindiğinde, sarayın himayesindeki şairlerin ve encümen-i şuaraların devri çoktan tamamlanmıştır.Yeni rical, himayesine aldığı şairi caize ve atıyelerle beslemek yerine kalem ve odalara yerleştirmekte; böylece, devlet çarkının dönüşünden haberdar, siyasi tercihleri netleşmiş, kitabeti sebebiyle nesirle de kendini ifade edebilen aydın şairler belirmektedirAsrın ortalarına gelindiğinde hanelerdeki encümen-i şuaraların, özellikle “Mısırlular”ın ve kıymet hükümleri Mısır’da şekillenmiş olanların konaklarına kaydığı gözlenir.Ali Paşa hanedanından gelen prens ve prensesler, gelirlerinin bir kısmını İstanbul’daki malikânelerini kocaman birer kültür ve edebiyat mektebine çevirmekte harcederlerKahire kültürüyle yetişmiş ve hızla yükselmiş Türklerden Abdurrahman Sami Paşa, Suphi Paşa, Yusuf Kâmil Paşa, Münif Paşa gibi epeyce isim de hidiv paşanın sarayında yetişirken içinde bulundukları kültür muhitinin bir benzerini İstanbul’da oluşturmaya çalışırlar.Şairiyetin olgunluğuna ve şiirin muhkemliğine de faydası olan encümen-i şuaralar, şairlerin kendi aralarında toplanarak oluşturdukları ve içlerine me-raklı dinleyicileri almadıkları için daha tabii davranıp eksik ve hatalarını daha kolay ka-bullenebildikleri “halvet”lerdir.Gelenekte şairlerin bu cins mahfeller oluşturmayı pek denemeyişleri, üstad saydıkları bir şair varsa onun düzeltmeleri dışında eleştiriye kendilerini tamamen kapayışları ve iyi niyetle yapılan tenkidleri bile şiirdeki kudretlerine yönelik bir tecavüz olarak görüp cevabını hicviyeyle verişleri poetik gelişimin önündeki en önemli engellerden biri olmuşturİşte XIX. asrın ortasında, bu büyük ve derin boşluğun doldurulması yolunda en büyük adımlardan birini atarak; söyleyeni, dinleyeni, eğleneni, eleştireni şairlerden ibaret bir encümen-i şuara teşekkül ettirmeye karar veren küçük bir arkadaş grubunun teşebbüsü bu sebeple önem kazanmaktadır
ENCÜMEN-İ ŞUARA
1861 yılı baharında -muhtemelen Mayıs, Haziran gibi Hersekli Ârif Hikmet Bey’in Laleli Çukurçeşme’deki evinde buluşmaya başlayan şairlerle başlarEncümen-i şuaralar bir dernek oturumu ciddiyetinde toplanmazlarYaşça müdavimlerin bir kısmından daha genç olmasına rağmen, şiirdeki kudretiyle kendini kabul ettirmiş ve encümenin reisi mevkiine oturtulmuş olan, Emtia Gümrüğü Tahrirat Müdürü Leskofçalı Mustafa Galip Bey’dir.
DİĞER MÜDAVİMLER:
Takvim-i Vekayi ve Matbaa-i Amire Nazırı Ruznamçecizade Mehmet Lebib Efendi, Rumeli Kazaskeri Mustafa İzzet Efendi, Nakşibendi şeyhi “Bazü’l-enver” Osman Nurettin Şems Efendi, sabık alay emini Koniçeli Musa Kâzım, İsmail Paşazade İbrahim Hakkı, Manastırlı Hoca Salih Naili Efendi, İstanbul Emtia Güm-rüğü Manifatura Memuru Manastırlı Salih Faik Bey, Mabeyn-i Hümayun Beşinci Kâtibi Abdülhamit Ziya Bey, Rüsumat Emaneti Heyet-i Tahririyesi kâtiplerinden İbrahim Halet Bey, Hariciye Nezareti Mektubî Kalemi’nden Recaizade Mehmet Celal Bey, Mabeyn-i Hümayun Kitabeti’nden Mazlum Paşazade Memduh Faik Bey, Niğdeli Deli Hikmet Bey, Emtia Gümrüğü Tahrirat Kalemi Başkâtib Muavini Namık Kemal Bey, Me-zahib Odası hulefasından Miratçi Mustafa Refik BeyEncümenin toplantıları, meclis celseleri gibi bir ciddiyet taşımadığı için, ara sıra başka şair dostların da Çukurçeşme’ye geldiklerini tahmin etmek zor değil. Müdavimi sayılmamasına rağmen, zaman zaman mahfele dahil olduğu bilinen başka şairleri de bu listeye eklemek mümkün.Sözün gelişi, Hayrettin İrfan Paşa, Bursalı Mustafa Eşref Paşa, Sadaret Mektupçusu Maraşlı Yusuf Kenan Bey, Hariciye Nezareti Mektubî Kalemi’nden Pepe Mustafa İsmet Efendi, Babıali Tercüme Odası’ndan Sadullah Rami PaşaEncümen-i Şuara’ya iki türlü anlam verilebilir. Bu mahfele, kuruluş ve dağılış tarihleri, müdavimlerinin isimleri belli olan bir edebî topluluk olarak yanaşılabilir; bir topluluk değil, şiirdeki tavrını batılılaşma karşısındaki konumuna göre belirleyen “mutavassıtîn”in bir parçası olarak bakılıp Yenişehirli Avnî’den Muallim Naci’ye kadar aynı zihniyeti paylaştığı düşünülen şairlerin tamamını kucakladığı düşünülebilir.Bu takdirde, 1861’den önce ölmüş, sağ ama İstanbul dışında yahut henüz doğmamış olan şairler de encümene mensup sayılabilirler.
ENCÜMEN-İ ŞUARA MENSUPLARINI BİR ARAYA GETİREN SEBEPLER:
Encümen-i Şuara müdavimlerinin birbirlerini tanımalarına sebep olan ilk vesile, hemen hemen hepsinin de soy, doğum yahut memuriyet gibi sebeplerle Rumeli’ye olan bağlarıdır.Şairlerin aynı meslekte, aynı büroda veya aynı amir idaresinde çalışmaları sebebiyle kurulmuş dostlukları encümenden önce başlayıp sonra da yıllarca sürmüştürİtikadi kıymetleri de encümen şairlerini birbirine yaklaştıran önemli etkenlerdendir.Encümen mensuplarının aşağı yukarı hepsi de aynı konakların müdavimidir ve aynı devlet büyüklerinin himayesinde yaşarlar. Gerçi, ne konaklar eski hiyerarşinin azametini taşır ne de rical-i devlet, şaire geleneğin gözüyle bakar; ama değişip çağa ayak uydurarak da olsa, şair-devlet adamı münasebetinin sürdüğü fark edilirEncümen şairleri, mensubu oldukları tarikatlerin dergâh ve tekkelerinde rastlaşmış, tanışmış ve ahbap olmuşlardır. Devrin edipleri, tekkelerdeki mistik havayı teneffüsle kalmaz; dinî, fikrî, edebî, hatta siyasi konularda tartışma ve ‒tekkenin meşrebi müsaitse‒ içki meclislerine katılma imkânını da bulurlarEncümen müdavimlerinin sıkça uğradıkları kahvehane ve meyhaneler aynıdır. Yeni tanıştıkları şairleri de beraberlerinde buralara getirdikleri için, Encümen-i Şuara’nın parça parça önce bu umumi yerlerde toplandıklarını söylemek mümkün.
ENCÜMEN-İ ŞUARA TOPLANTILARI:
Tanpınar, Encümen-i Şuara için “son pleiad” tabirini kullanmakta haklıdır; çünkü Encümen-i Şuara’nın, tıpkı XVI. asrın Parisindeki La Pléiade topluluğunun edebî esaslarını andırır bir temele oturmuş olması onu bu hükme vardırmıştırİbnülemin ise, encümenden bahsederken, “Bu encümen Arab’ın Sûk-ı Ukazına âdeta nazire idi” cümlesini sarf ederek ona Şark geleneği içinde bir yer bulmaya çalışır ki daha sonraları da bu benzetme sık sık tekrarlanacaktırKemal henüz 18 yaşında iken Sofya’dan İstanbul’a geldiğinde, edebiyat âlemi şu merkezdedirYıllar sonra, o günlerini yâd eden Kemal, Galip ile Ârif Hikmet’i “muktedayı irfan” saydığını söyleyecektirÂrif Hikmet’in evinde toplanan encümenin reisi mevkiinde bulunan Galip, gerçi etkileyici şahsiyeti ve edebî kudreti ile şairleri etrafında toplar; fakat düşüncelerini sohbet esnasında rahatça ifade etmesine engel olan bir kusuru vardır; kekeleyerek konuşurEbuzzi-ya Tevfik’in “talakat-i harikulade”sine hayrette kaldığını söylemesine mukabil, Galip’in konuşma güçlüğü çektiğinin pek çok şahidi vardırGalip’in kendisine “sözcü” olarak Hikmet’i seçtiğini söylemek yanlış olmazKemal de çok güzel şiir okurİçkinin, sohbetin, şiir ve nazirelerin devrettiği bu salı toplantıları muntazaman bir sene kadar devam eder.1862 yılının ortalarından itibaren peşi peşine gelmeye başlayan pekçok şahsi sebepten dolayı encümen müdavimleri yavaş yavaş kopup dağılırlarBilmediğimiz bir sebeple önce Manastırlı Nailî encümenden kovulur. O da öfkelenerek Encümen-i Şuara mensuplarını hicveden müstehcen bir kıta söyler. Gerek bu kıtanın içeriği, gerekse bir başka hicviyesinde; Senin ağzından o nâ-pâk o muzahref sözler Ki çıkar ni‘met olur mu a yezîd ibni yezidSalih Nailî’nin Encümen-i Şuara’dan kovulmasını, 1861 Ağustosunda Galip’in Trablusgarb Eyaleti Gümrük Emaneti’ne tayini takip eder ki, reissiz kalan meclisin dağılacağı aşikârdır.30 Ocak 1862’de Ziya Bey, Mabeyn Kitabeti’nden çıkarılarak geçici olarak Zabtiye Müsteşarlığı’na getirilir; on üç gün sonra Atina Sefiri, bu görevden istifası üzerine, Kıbrıs Mutasarrıfı yapılır.İbrahim Hakkı’nın 1854’ten beri ara ara nükseden sinir hastalığı, akıl hastalığına dönüşür. Şubat ayının başlarında Takvimhane-i Âmire Nezareti, Maarif Nezareti’ne bağlanınca nazır Lebib Efendi de açıkta kalırO günleri yaşamış birkaç şair buluşunca maziyi yâd etmek için olsa gerek nazireler, müşterek gazeller söylemeyi sürdürürlerse de eski şevki ve zevki bulamazlarNeticede, Muallim Naci heves ve canlılık getirene kadar geçecek durgun ve sessiz bir süreci yaşamaya başlarlar.Her fikir ürünü gibi, edebiyat da devrinin düşünce yapısından, fikrî eğilimlerinden, felsefi ve siyasi arayışlarından etkilenir. Encümen-i Şuara da buna dahildirKemal’in şiirinde bir-ikisi dışında yeni formlar denenmez. Onun asıl yenilik tecrübesi, köhnemiş norm ve prensiplerin yıkılması yolundadır.XVIII. asrın sonlarında belirginleşen bir süreç, Kemal’le şiire girdiği kabul edilen “vatan”, “millet” gibi sosyal kavramların aniden zuhur etmeyip hatlarını yavaş yavaş nasıl da barizleştirdiğini gösteriyorEncümen-i Şuara müdavimleri, bu uzun süren aşamanın son merhalesi olarak millî duygu ve kavramların ifadesindeki yalınlaşmanın, netleşmenin ilk işareti sayılabilecek eserler verirler.Ziya’nın terci-bendini sosyal ve siyasi edebiyat dilini, mazmunlarını şekillendiren ilk şiirlerden biri, bir alfabe olarak kabul etmek gerekirTek ilginç olan, Galip’in kıtasının Kemal’e “Besalet-i Osmaniyye ve Hamiyyet-i İnsaniyye Kasidesi”ni ‒umuma mal olan adıyla “Hürriyet Kasidesi”ni ilham etmesi değildir. Belki bundan da ilginci, Kemal’in artık Şinasi’nin cazibe alanı-na girdiği düşünülen bir dönemde, hâlâ Galip’in divanını başucunda bulunduruşu ve ancak pek büyük kıymet atfedilen kitaplarla yapıldığı gibi, fal açılmasıdır.Galip sadece poetik değil, politik olarak da Kemal’e üstad olmuşturMemduh Faik de “millet” gazelinde; Medâr-ı âzamı her devletin âlemde millettir Değildir devlete vâbeste ammâ satvet-i millet derken aynı ilham kaynağından feyz alıyor gibidir. “Vatan”, “millet” gibi kavramların şiirde kendine önemli bir yer açması; millî meselelerin, sos-yal problemlerin ve siyasi davaların da şairler tarafından işlenmesi, tartışılması sonucunu doğururEncümendeki şairlerin hemen hepsi Batılılaşmadan ve onun getirdiklerinden hoşnutsuzluk duymaktadır.
ENCÜMEN-İ ŞUARANIN EDEBIYAT GÖRÜŞÜ
Edebî akımlar etrafındaki gruplaşmalarda rastlandığı cinsten‒ kendine has unsurlar olarak görmek mümkün değildir.Mutavassıtın duruşu, konumunu biri İstanbul’da, diğeri Paris’te seçilmiş iki nirengi noktasını birden kullanarakbelirlemenin ilginçliklerini taşır
Köhne Doğu’nun, diğer kutupta “alafranga” Batı’nın şiir malzemesi dururken birini tercih yerine, her ikisininkarışımından yeni bir terkip bulmaya çalışırlarBatı sanatı karşısında mutavassıt Türk sanatkârının “ben olarak kalırken o olmak” ideali, XVIII. asır sonlarındangünümüze kadar bir kültür politikası olagelmiştirEncümen-i Şuara, değişme gayretiyle geçen bir asrın şiir üzerinde uyguladığı bütün deneylerin sonuçlarını görmek,sağlamasını yapmak ve bünyeye en uygun olanlarını uygulamaya sokmak maksadıyla yaşanan ciddi bir laboratuvarsürecidirŞiirin dili, şekli ve içeriği üzerinde denenen yeni uygulamalar bunun iyi birer örneğidir.
ŞİİR DİLİNDEKİ ARAYIŞLAR
Dili konusundaki arayışları, belli bir tercihe varamadan sonlanırbu arada geçmişin şiir dili üzerindeki bütün tasarrufları bir kere daha, silbaştan sınanmış ve XIX. asrın ikinci yarısında,şiirin ulaştığı noktada kullanılabilecek unsurlar ayıklanmaya çalışılmıştır.Gelenekte, şiirin klasik dilinden üç temel sapma, bir başka söyleyişle, dilin üç asli arayışı görülür; “saf/ sırf/ kaba” Türkçe,“sade” Türkçe, “Sebk-i Hindî”...Encümen-i Şuara’da bu sapmaların üçü de hiçbir tercih işareti gösterilmeden denenir; o kadar ki Sebk-i Hindî’yiyeniden ele alan bir şairin bir süre sonra kaba Türkçe ile de şiir söylediği çokturBul-maktan çok, aramanın ve elemenin rağbet gördüğü bir poetika arayışı..Özellikle Galip, şiir dili’nin gündelik dilin üstünde, özel bir dil inşa etmek olduğu; onu öğrenmek ve anlamak için de özelbir gayret harcanması gerektiği fikrindedirGalip’in niyeti, geleneğin şaşaalı günlerine dönmek değil; şiirin asırlarca denenmiş ve olgunlaşmış ilkelerini eldenkaçırmadan, mevcut poetikayı çağdaşlaştırmaktır.Encümen-i Şuara müdavimleri, bir taraftan XVII. asrın dil imkânlarını, tasavvuf lügatinin remizli ve Sebk-i Hindîninorijinal mazmunlu lisanını; diğer taraftan, geçen asırda başlamış yerlileşme gayretlerinin tercihi olan konuşma dilini;bir başka taraftan da XIX. asrın ikinci yarısında Hoca Tahsin Efendi, İbrahim Ethem Pertev Paşa, Behçet Efendi gibiyenilik emaresi taşıyan şairlerden Şinasi’ye ulaşan bir çizgide sosyal hayatın ve asri fikirlerin dilini kullanırlar.Birgün, içinde tek kelime Arapça, Farsça kökenli kelime bulunmayan şiir yazan şairin, ertesi gün Sebk-i Hindînin derinsularında dolaştığını görmek hiç de şaşırtıcı değildir; çünkü, bunu şiir dilinin imkânlarını araştırmak için birlaboratuvar çalışması olarak yapmaktadır.
ŞİİRDE FORM ARAYIŞLARI
Şiir formlarını ve aruzu terk etmeyi asla düşünmezler; fakat onlara alternatifler aramayı da şairinsorumluluklarından bilirlerHece vezni “halk şiiri” diye adlandırılan özel bir alanın vezni değildir; bu millete mensup olan herkesin ata mirasıdır.Ziya Paşa çocukluğunda lalası Efkeli İsmail Ağa’nın yönlendirmesiyle Âşık Ömer’in şiirlerini okurken Namık Kemal Kars’ta, Sofya’da âşıklarla tanışırken veya Recaizade Ekrem’in ağabeyi Mehmet Celal âşık tarzı saz çalmaya heves ederken kendilerini halk kültürünün dışında görmezlerEncümenin niyeti, hece veznini folklorik kullanımıyla yaşatmak değil, onu klasik şiirin formlarına ilave etmektirSözün gelişi, Manastırlı Faik’ın Sadrazam Âli Paşa için kaleme aldığı kaside, hece vezniyle ve dörtlükler hâlinde tasarlanmıştırHece vezniyle yazılmış bir de gazeli olan Faik, hece veznini aydın edebiyatçılara tanıt-maya karar verip Ahmet Cevdet Paşa’nın teşvikiyle Türkçe Aruz adındaki kitabını kaleme alırKemal’in, Ziya Paşa’nın ve Niğdeli Hikmet’in de heceyle yazdığı şiirleri vardır.Diğer taraftan, gelenekli divan tertibinin bozulmaya başladığı ve kasidesiz olan, gazelleri alfabetik değil de tematik ayrıma göre sıralanan divanların arttığı görülürBuna mukabil, gazellerin bir kısmı hacim ve konu olarak kaside özelliği göstermeye başlarKafiyeli (musarra) yazıldıkları olur.Ârif Hikmet, Lebib gibi isimlerin kadın ağzından erkeğe seslenen şiirler yazmayı denedikleri farkedilirGelenek, beyitte başlayıp biten anlamı ve her beyti kendi içinde bir bütün teşkil eden şiirleri de hoş karşılarken, konu bütünlüğü (yek-mânâ) eskisinden daha büyük bir gereklilik hâline gelir.
ESTETİK TERCİHLERDEKİ DEĞİŞMELER
XIX. asır şiirinde devrin fikrî ve sosyal realitelerini işlemeye başlayan şair, bu tavrı ile cemiyetin bir ihtiyacına cevap verdiğini düşünmektedir.Encümen müdavimleri, estetik bakımdan tatminkâr bulmadıkları, ama söylenmesinin gereğine de inandıkları gazelleri yanında; edebî açlıklarını bastıran, hazzalmalarını sağlayan şiirler de yazarlar ve kendilerine model olarak, klasik şairlerin hayallerle süslü iç dünyalarını aksettiren Sebk-i Hindîyi seçerlerXIX. asrın ortalarında, şiir “tebliğ”ci bir anlayışa hızla teslim olurken encümen şairlerin-den birkaçının da bu akışa kapıldıkları ortadadır; lakin, ezici çoğunluk “beliğ” şiirin hasretiyle Sebk-i Hindîye koşmakta, aradığı elitist tavrı orada bulmaktadırGeleneğin şiirinde mevcut olan kelime oyunları, duygu girdapları, incelmiş dikkatler, hatta nükteler bile hiç değilse bin yıllık bir süre içinde yavaş yavaş olgunlaşmıştırHer şey gayet hesaplıdır ve artık kavranması kollektif bir kültür birikimi ile kolayca mümkün olmaktadırOysa Sebk-i Hindî, şairin şahsi zekâ, şahsi hassasiyet ve şahsi yaratıcılık ile eser vermesine; şiir okurunun şahsi algısı, şahsi duyguları ve şahsi şuur dışı ile kavrayıp anlamlandırmasına açık bir şiir estetiği getirir ki, modern şiirin/ şairin yapmaya çalıştığı da birebir budurBilhassa Leskofçalı Galip, geleneğin şiir dilini daha bir inceltmeye ve klasik şiirde zaman zaman rastlanan kaba, çirkin, hatta bazen iğrenç tasavvurlara dönüşen kelimeleri elemeye çalışırken eski şiiri tekrarlamayacağının, ama eski poetikadan da vazgeçmeyeceğinin, olsa olsa onu ıslaha çalışacağının işaretlerini verir.Tanpınar, Galip’den bahsederken “Onun şiirin-de eskilerin zevk düşüklüklerine pek az rastlanır” dedikten sonra, örnek olarak da “ciğer kebab” imgesini gösterirKemal, Harabat’ın meşhur mukad-demesini tenkid ederken, “üstat” bildiği Galip’in şiirde kullanılacak kelimelere dair koy-duğu bu kıstası kabullenmiş görünürKemal’in bu edebî dil kriterini Galip’le birlikte geçen yıllarda edindiğini düşünmek, şüphesiz ki yanlış olmaz.Diğer encümen müdavimlerinde görülen itinalı kelime seçiminde de Galip’in etkisi hissedilirOsmanlı topraklarına telgraf gelmişse, yârinin saçını telgraf tellerine benzeten ve bu yolla sevdiğine aşkını iletmeye çalışan bir encümen şairi çıkacaktırBuharlı gemiler sefere başlamışsa, aşk ateşiyle kavrulan gönlünü vapur ocağına benzeten bir başka encümen şairi olacaktırEski imge daha çok, gönül gözüyle çözüldüğü için onun maddi bir gözle değerlendirilmesi ve optik karşılığının ortaya konması en yıpratıcı eleştiri yolu olurSözgelimi, sevgilinin kaşının yaya, kirpiğinin oka benzetilmesi gibi imgeler bir güzellik unsuru olarak asırlarca kullanılmışken şimdi bunların optik karşılığı olarak alnında yay, gözünde oklar taşıyan bir kız tasavvur edilmesinin nasıl da komik bir karşılığı olduğu konuşulmaya başlanır.Encümenin genç şairlerinden İbrahim Halet, birkaç yıl sonra Dolab adında bir dergi çıkardığında, orada da aynı anlayışı sürdürecek ve sevgili için kullanılan mazmunların optik karşılıklarından oluşan bir karikatür bastıracaktırŞahsiyeti, içinde bulunduğu toplumun şahsiyeti ile belirlenmiş ve sınırlanmış, estetik tercihlerinde cemiyetinin kabullerini aşmayı denemeyen ve bütün maharetini mevcudun yeni kombinasyonlarını oluşturarak gösteren gelenekli şair tipinin yerini, artık kendi mazmunlarını yaratmaya çalışan modern şairin almakta olduğu kolayca fark edilirMazmunların yeni kaynağı, ferdin şuur dışı birikimleridir; şiir yazılırken de okunurken de… Adına “mazmun” denen anonim imge ve sembollerin anlam karşılıkları millî hafızada gizli iken, sahibi belli olan imge ve semboller şahsi dikkatlerden doğarEncümen şairleri işte mazmundan imgeye ve sembole doğru olan bu dönüşümde itici güç olarak önemli pay sahibidirler. Mesela, Mehmet Lebib’in, Ta’rîz eden gazellerine var ise Lebîb Vakt edip de vâkıf-ı mazmûnun olmamış deyişi, yeni mazmunların gelenekli bilgi ile çözülemeyişinin okuru rahatsız ettiğini gösteriyor. Bu rahatsızlık, Servet-i Fünunda zirveye çıkacak bir şiir-okur uyumsuzluğunun, bir hermenötik problemin ilk işaretlerindendir
ENCÜMEN-İ ŞUARANIN ARDINDAN
Encümen-i Şuara, şiirdeki değişmenin önemli bir ara merhalesi olarak ortaya çıkmış ve görevini tamamladıktan sonra da silinip gitmiştirEncümenin dağılması, ona dâhil olan şairlerin de ortadan kalkması demek değildirŞairler, yeni şiirin şartlarına ve imkânlarına göre kendi edebî tercihlerini değiştirmek ve geliştirmek suretiyle varlıklarını sürdürmek zorundadırlarZamana direnen bir şiir yazmak isteyen şair, zamana direnmekten vazgeçmek zorundadır.Kemikleşmiş tercihlerinden vazgeçemeyenler veya vazgeçmekten yana olmayanlar adları anılmayarak, anıldığında da olumsuz eleştiriler vesilesiyle anılarak yavaş yavaş unutulurlar. Encümenin bazı şairlerini de bu yanlış ve bu son beklemektedirEşref Paşa ile pek çok noktada birleşen Kâzım Paşa, birkaç küçük tecrübesi hariç, klasik çizgiden pek de ayrılmamış; bunun için de hep eskinin savunucusu olarak tanınmıştır.Ziya Paşa ise yenileşmekte olan şiire taraftar görünmesine rağmen, Harabat’ı neşrederek eskiyle rabıtanın koparılmasını istemediğini ve encümenden dostlarını unutma-yı reddettiğini göstermiştirBuna mukabil Kemal onun, kendi “dava”larına ihanet ettiğini düşünür ve bu fikri, devrinin genç şairlerini derinden etkiler. Kemal de encümenle doğrudan veya dolaylı olarak kurdukları münasebet sayesinde tanıdığı bu şairlerin Harabat yo-luyla kalıcılaştırılmasından hoşnut değildirKemal’in etkisindeki gençliğin haricinde kalan büyük çoğunluk için encümen şairleri, öneminden hiçbir şey kaybetmemiştir
Naci; Hakkı ile yakın dostluk kurar; Ziya Paşa’yı “muhtar” sayar.Onun bu tavrına ve tercihine sebep, şiirin Batı’ya açıldıkça millîliğinden çok şey kaybedeceği endişesi ve encümen şairlerini ılımlı Batılılaşma adına iyi birer model sayışıdırEncümenin bazı isimleriyle mücadele eden zihniyetin, aynı tavrı Ârif Hikmet, Galip, Memduh veya Halet için göstermeyişleri düşündürücüdürŞehabettin Süleyman’ın Tarih-i Edebiyyat-ı Osmaniyyesi yayımlandığında Ali Canip bir tenkid makalesi kaleme alarak ‒birçok başka ismin yanında Ârif Hikmet ile Kâzım’ın kitaba dâhil edilmeyişini de eksiklik saymıştırAnlaşılan o ki encümeni bugün yaptıkları gibi bir bütün olarak değerlendirmemişler ve hiç değilse, birinci dereceden önemli isimlerini bir araya getiren sebebin yeniliklere açık, arayışlara taraftar bir şiir anlayışı olduğunu fark etmişlerİbrahim Necmi, Millî Mücadelenin ortasında, herkes bi-rer “millîci” olmuşken bastırdığı edebiyat tarihinde, Ârif Hikmet’i “şeklen eski, fikren yeni manzumeleri ile şöhret-i mahsusa kazananlardan” diye anar.
İsmail Habib, cumhuriyet devrinin “eski”ye bakışını da temsil eden Türk Teceddüd Edebiyatı Tarihi’nde Ârif Hikmet için, diye yazarEncümenin asli rüknü, beyin takımı olan şairler genel kanaatin aksine gelenekli poetikayı sürdürecek şairlerin değil de modern ve değişime açık bir poetikayı savunan şairlerin yetişmesine hizmet ederAbdülhak Hamit, ilk eseri olan Macera-yı Aşk’ı yazarken baba dostu Mem-duh Faik Bey” oyunun ilk perdesini okumuş; “Çok beğenmiş olacak ki tuttuğu yolda yü-rümesini öğütlemiş ve ilerde ünlü bir yazar olacağını da müjdelemiş”tirHamit, bu cesaretle yazdığı İçli Kız’ın müsveddelerini de Memduh Faik’e oku-tur. Faik bir “istidad-ı edebî” gördüğü bu gencin oyununu beğenir, destekler, hatta tashih ederÖrnekleri artırmaktansa, Recaizade Ekrem’den Sami Paşazade Sezayi’ye kadar pekçok ismin yetişmesinde encümen şairlerinin doğrudan veya dolaylı payı bulunduğunu söylemek kâfîdir sanırım.
Hazırlayan: Özhan Ustabaşı teşekkür ederiz.
Yorumlar
Yorum Gönder
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış, Türkçe karakter kullanılmayan ve tamamı büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır. Ayrıca suç teşkil edecek hakaret içerikli yorumlar hakkında muhatapları tarafından dava açılabilmektedir.